Umuda Tohum Ek

7 Nisan 2017 Cuma

KIRIM




                                                       KIRIM


 Tarih boyunca, özellikle Asya’dan gelen çeşitli kavimlerin uğrak yeri olan Kırım yarımadasının en eski sakinlerinin Taurlar olduğu iddia edilir. M.ö. 8. Yüzyılda Kırım’ın bozkır kesimine İskit göçebeleri yerleşti. Daha sonra sırasıyla Kimmerler, sahil boyunca Yunanlar, Sarmatlara bağlı Alan grupları ve Hunlar Kırım’a yerleşmişlerdir. Hun hâkimiyetinin ortadan kalkmasından sonra Kuban, Azak ve Don nehri ağızlarına çeşitli Türk kavimleri yerleşti. VII. yüzyıla doğru Kırım’ın iç bölgeleri Hazar Türkleri’nin idaresi altına girmeye başladı.

             Hazarlar’ın yıkılışının ardından Peçenekler Kırım’a kadar bozkır alanlarda yerleştiler. 1223’teki Kalka zaferiyle Kırım’da Altın Orda hâkimiyeti devri başladı. Bütün Kırım, sahildeki bazı şehirler hariç olmak üzere Altın Orda topraklarına dahil edildi. Muhtemelen bu dönemlerde Kırım’da yaşayanlar arasında İslâmiyet giderek yayıldı. 14. yüzyılda Altın Orda Devleti ile Anadolu arasındaki ticaretten faydalanmak isteyen Venedik ve Cenevizliler, Kırım’da koloni kurma faaliyeti içine girmişlerdir. Bu sebepten sahil kesimlerinde Hıristiyan nüfus varlığını uzun süre korumuştur. Özellikle Fransiskenler( Hıristiyan tarikatı) Kırım’da hayli faaldir.

             Bu Hıristiyan grupları özellikle Tatarlar arasında misyonerlik faaliyetleri yürütmüşler ancak bu girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Altın Orda Devleti’nin yıkılmasından sonra yaşanan iç karışıklıklar Kırım Hanlığının kurulmasına kadar sürmüş, 15. Yüzyılda Osmanlı’nın Kırım’ı himayesi altına almasıyla son bulmuştur. Gerek Kırım Hanlığı gerekse Osmanlıların kontrolündeki kesimde bulunan şehir ve kasabalar zamanla gelişmiş, tarihî eserlerle donatılmış, buralar tipik bir Türk- İslâm merkezi özelliği kazanmıştır. Bu faaliyetlerde giderek Osmanlı tarzı ve tesiri önemli ölçüde hâkim oldu. 1600-1750 yılları arasında Osmanlı Devleti ile Kırım Hanlığı arasındaki siyasî ilişkilerde başlayan değişme, hanlığın daha sıkı bağlarla Osmanlı kontrolüne girmesine yol açtı ve bunda kuzeyden Kırım’a yönelik Kazak ve Rus tehditlerinin büyük rolü oldu. 1783’e kadar Osmanlı himayesinde Kırım hanları tarafından idare edilen yarımada bu tarihte tamamen Ruslar’ın kontrolü altına girmiştir.

            Ruslar Kırım’ı ilhak ettikten sonra burada askeri bir idare kurmuştur. İlk olarak iktisadi ve sosyal yapıyı öğrenmek ve nüfus tespiti yapmak için geçici bir hükümet kurmuş, bundan 1 yıl sonra da tam anlamıyla Rus idaresi tesis edilmiştir. Bu yeni idarede Çarlık devrinin sonuna kadar, Kırım’ın asli unsuru olan Tatar Türkleri ’ne hiçbir şekilde yer verilmemiştir. Ayrıca Kırım’ın Rusya idaresindeki diğer bölgelerden ayrı bir statüye sahip olmasını önlemek ve onu Rus bölgeleri içinde eritmek amacıyla idarî açıdan kendi başına bir eyalet haline bırakmayarak, Rus nüfus çoğunluğunun bulunduğu başka arazilerle birleştirmişlerdir. Kırım’ı tam bir Rus-Slav ülkesi haline getirme amacıyla hareket eden Rusya, burayı güneye yayılmada bir sıçrama tahtası olarak görmekte ve Müslüman Kırım Tatarları’nın varlığını istememekteydi. Öncelikle Kırım’daki uzun yüzyıllara dayanan Türk-İslâm izlerinin sistematik bir şekilde silinmesine girişildi.

               
Birçok yerin adı bilhassa Yunanca kökten isimlerle değiştirildi. Bu uygulamayla bölgenin Rus değilse bile Hıristiyan Ortodoks bir geçmişe sahip olduğu ve Türk- İslam unsurlarının buraya daha sonra gelen işgalciler oldukları izlenimi verilmek istenmiştir. Osmanlı’dan ve daha eski Türk- İslam devirlerinden kalma pek çok tarihi eser tahribata uğramıştır. Bütün bunlardan daha önemli ve büyük problemler ise Kırım Tatarları’na yönelik uygulanan politikalar olmuştur. Köylülerin ellerinden tarım arazileri alınmış, topraklarına Slav ve diğer gayri müslim unsurlar yerleştirilmiştir. Gerek bu nüfus nakli ve ekonomik sıkıntılar gerekse yabancı bir toplumun baskısından kaynaklanan dinî, idarî ve psikolojik sıkıntılar, Kırım Tatarları’nın kitleler halinde ülkelerini terk ederek Osmanlı Devleti’ne göç etmelerine yol açtı. Kırım’ın Rusya tarafından ilhakından başlayarak 150 yıl boyunca kesintisiz devam eden bu göçler özellikle XIX. yüzyılda zirveye ulaştı. XX. yüzyılda Kırım’dan göç eden Kırım Tatarları’nın sayısı Kırım’da kalanların kat kat üzerindeydi. Her Rus-Osmanlı savaşı patlak verdiğinde Osmanlılar’a yardım edecekleri ve Ruslar’ı arkadan vuracakları gerekçesiyle Kırım Tatarları büyük baskılar altına alınmaktaydı. Toprakları ellerinden alınan ve Slav toprak sahiplerinin insafına terkedilen Kırım Tatar köylülerinin durumu dayanılmaz hale gelince 1860’ta büyük bir göç başladı. 200.000’e yakın Kırımlı malını mülkünü bırakarak Osmanlı Devleti’ne göç etmek zorunda kaldı. Bu olaydan sonra Kırım Tatarları Kırım’da nüfus itibariyle azınlık durumuna düştü.

            Kırım Tatarları’nın Kırım’dan ayrılması hemen her seferinde Rus idarecileri tarafından olumlu bir gelişme olarak görüldü ve hatta teşvik edildi. Kırım’dan göç eden Kırım Tatarları’nın tam sayısını tesbit etmek mümkün değilse de 1783-1922 yılları arasında en az 1.800.000 Kırım Tatarı’nın Osmanlı Devleti’nin Rumeli ve Anadolu’daki topraklarına göçtüğü tahmin edilmektedir. Ruslar idareyi tam olarak tesis ettikten sonra ilk olarak, Tatarlar üzerinde büyük tesiri olan din işlerine yöneldiler. Din kurumunu devlete bağlayarak müftüyü devletin onayladığı bir memura dönüştürdüler. Dünyevî her türlü bilgi müfredat dışı tutuldu. Türkçe okuma yazma öğretilmemekte, akaid, hadis, fıkıh, tefsir, kelâm, Arapça sarf ve nahiv gibi dersler de tamamen ezbere dayanarak hanlık devri mektep ve medreselerinden dahi çok geriye gitmiş metotlarla ve ilkel şartlar altında verildi. Benzer sıkıntılar ziraat ve ticaret alanlarında da yaşandı. Tatarlar’ın ekonomisi Rus Kapitalizmi ile baş edecek durumda değildi. Kırım’da Rus hâkimiyetinin tesisinin ilk yüzyılı dolduğunda Kırım Tatarları arasında gerçek anlamda ne bir burjuvazinin ne bir aydınlar tabakasının mevcudiyetinden söz edilebilir. Bütün bu aleyhteki faktörlere rağmen Kırım Tatarları’nı içinde bulundukları olumsuz süreçten çıkaran ve bir millî uyanış dönemini başlatan kişi büyük fikir adamı Gaspıralı İsmâil Bey oldu. Kırım Tatarları ile benzer problemlerler yaşayan Rus idaresindeki bütün Müslüman Türkler’in birleştiği takdirde büyük bir güç teşkil edeceklerine inanıyordu. Bunun yolunun da milli anlayışta bir eğitim sisteminden geçtiğini söylemekteydi. Bu reform çalışması( milli maarif reformu), Rusya İmparatorluğu’nun diğer Müslüman bölgelerinde olduğu gibi Kırım’da da genç bir milli aydınlar zümresinin ortaya çıkmasına vesile oldu. Bundan başka milli şuuru geliştiren diğer bir eğitim kolu ise bizzat Rus hükümeti eli ile açılmış olan Tatar Öğretmen Okulu idi. Bu okul aslında Kırım Tatarları’nı Ruslaştırma gayesiyle faaliyete geçmişti. Ancak burada eğitim alan genç Tatarlar, Rus inkılâpçıları tanıma fırsatı bulmuş ve 1905 Rus inkılâbına aktif bir şekilde katılmışlardır. Bu inkılâp birçok Kırım Tatar gencinin 1908 sonrası İstanbul’a gelerek burada tahsil görmesini mümkün kıldı. Hem Gaspıralı’nın hem de Genç Tatarlar’ın fikirlerinden etkilenen bu Kırımlı öğrenciler Çarlık rejimine karşı derin bir düşmanlık beslemekte ve kendi milli kaderlerine sahip çıkmaları gerektiğine inanıyorlardı. İşte bu inanış hem İstanbul’da hem de Kırım’da siyasi yer altı gruplarının oluşmasına sebep oldu. 1917’de Rusya’da patlak veren Bolşevik İhtilali ise Kırım Tatar milliyetçiliğine alenen faaliyet yürütebilme imkanı verdi. İhtilâlin üzerinden bir ay bile geçmeden 7 Nisan 1917’deİstanbul’da kurulan Vatan Cemiyeti mensuplarının teşebbüsü üzerine Kırım’ın her tarafından 2000 delegenin iştirakiyle Akmescid’de Kırım Müslümanları Vekilleri Kongresi toplandı.

             Pek çok idari birim ( müftülük gibi) Çarlık rejiminin elinden devralındı. Bolşevikler’in iktidarı ele geçirmesi ile yaşanan karışıklıklar, seçimle toplanan Kırım Tatar Milli Parlamentosu’nun çalışmalarını kolaylaştırdı. 26 Aralık 1917’de kurultayda Kırım Tatar Kānûn-ı Esâsîsi kabul edildi. Ve aynı gün Kırım Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. Ancak Kırım Tatar birlikleri ile Sivastopol şehrine hakim Bolşevik bahriyelileri arasındaki çatışmalar bir süre sonra savaşa dönüştü ve 26 Ocak 1918’de başkent Akmescid’in Bolşevik kuvvetlerin eline geçmesi ile Tatar milli hükümeti yıkılarak Bolşevik idaresine girildi. Tavrida Sovyet Cumhuriyeti adını alan Kırım Bolşevik İktidarı, yarımadanın gerek Kırım Tatar gerekse Rus ahalisi için tam bir terör dönemi başlattı. Binlerce insan katledildi. Bolşeviklerin ellerinden kurtulabilenler yeraltlarına çekilmek zorunda kaldı. Ukrayna’nın Bolşeviklerden temizlenmesi amacıyla Alman ordularının başlattığı harekatın Kırım’a uzatılması neticesinde Kırım Tatar Milli Kurultayı 8 Mayıs 1918’de yeniden toplanabilme imkanı buldu. Ancak hükümetin milli bir kimlikle kurulması Almanlar tarafından engellendi ve fiilen Alman askeri idaresinin himayesinde karma bir Kırım hükümeti kuruldu. Ancak Almanların savaşta yenilmesi bu hükümetin istifasını da geciktirmedi. Hükümetin çöküşünün ardından Kırım’da idare fiilen, Bolşevikler’den kaçarak Kırım’da toplanmış olan liberal Rus ve yahudi politikacıların eline geçti. General Denikin’in ve Mart 1920’de onun yerini alan General Pyotr Wrangel’in idaresinde Kırım’da tesis edilen Beyazlar’ın diktatörlüğü Kırım Tatarları’na büyük baskılar getirdi. Tamamen yer altına çekilmiş olan Millî Fırka ise Beyazlar’la mücadeleye girişmişti. 12 Kasım 1920’de Bolşevik ordusu General Wrangel kuvvetlerinin Orkapı’daki son direnişini de kırarak Kırım’a girdi ve birkaç gün içinde yarımadanın tamamına kesin olarak hâkim oldu. Bolşevik hâkimiyetiyle birlikte Kırım’da aleytarlara karşı şiddetli bir tenkil hareketine girişildi. Pek çok Kırım Tatarı bu kızıl terörün kurbanı oldu. Ancak Kırım Tatar direnişi Sovyet iktidarını Kırım Tatarları’na birtakım tâvizler vermeye mecbur etti. 18 Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu, direnişçilere af çıkarıldı, birçok Millî Fırka mensubunun yeni rejim içinde görev almalarına göz yumuldu.

              Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin (MSSC) kuruluşundan hemen sonra Kırım’da büyük bir açlık felâketi kendini gösterdi. Bir yıl içinde Kırım’da en az 100.000 kişi açlıktan hayatını kaybederken bunların yaklaşık % 60’ı Kırım Tatarı idi. 1936-1938 yıllarında bütün Sovyetler Birliği çapında yürütülen ve rejimin potansiyel muhaliflerinin ortadan kaldırılmasını hedefleyen “büyük terör” döneminin Kırım’daki tahribatı ise çok daha büyük oldu. 1930’lu yılların sonuna kadar Kırım Tatar millî aydın sınıfının ve din adamlarının hemen tamamı doğrudan doğruya kurşuna dizilmek veya sürüldükleri çalışma kamplarında hayatlarını kaybetmek suretiyle ortadan kaldırıldı. Bu dönemde hapse atılan veya çalışma kamplarına sürülenlerin sayısını tesbit etmek mümkün olmamakla birlikte çeşitli kaynaklarda, Kırım’daki Sovyet hâkimiyetinin ilk yirmi yılında yaklaşık 150.000 civarında insanın yok edildiği belirtilmektedir. Terör rejimi Kırım Tatar kültürüne de çok büyük darbe vurdu. 1926- 1928 yılları içinde Arap alfabesinden bir tür Latin alfabesine geçildi. 1938’de ise Kiril alfabesi mecbur kılındı. Ayrıca müze ve kütüphanelerdeki millî kültür mirasının pek çok eseri de ortadan kaldırıldı. Tarihî cami ve medreseler ya tamamen yerle bir edildi ya da minareleri yıktırılarak binalar başka amaçlarla kullanıldı. Resmen açık gözüken birkaç camiye ise gidebilmek fiilen mümkün değildi. Namaz, oruç, sünnet ve dinî nikâh gibi ibadet ve dinî âdetler ise kesinlikle yasaklanmıştı. Ancak büyük gizlilik altında yerine getirilebilmekteydi. II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine on binlerce Kırım Tatarı askere alınarak Kızıl Ordu saflarında cepheye sürüldü. Almanların bölgeye kısa süreli hâkimiyetleri ise Rus idaresini aratır türdendi. Ruslara yardım ettikleri iddiasıyla Almanlar’dan ve bölgenin tekrar Rus idaresine geçmesiyle Almanlar’a yardım ettikleri iddiasıyla Ruslar’dan çeşitli işkenceler gören ve toplu kurşuna dizilen yine Kırım Tatar Türkleri olmuştur. Kırım Tatarları için asıl büyük felâket, Stalin tarafından 11 Mayıs 1944’te imzalanan ve Kırım Tatarları’nın son ferdine kadar Kırım’dan sürülmesini emreden karardan sonra başladı. 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece Kızıl Ordu askerleri tarafından yataklarından kaldırılan Kırım Tatarları, hazırlanmaları için yalnızca 15-20 dakika zaman ve ancak ellerinde taşıyabilecekleri kadar eşya almalarına izin verilerek hayvan vagonlarına yüklendi. Günlerce yiyecek ve su verilmeyen, cesetlerin dışarı çıkarılmasına müsaade edilmeyen ve hiçbir tıbbî yardımın söz konusu olmadığı bu ölüm yolculuğu sırasında açlık, susuzluk, hastalık, bitkinlik ve havasızlıktan binlerce insan hayatını kaybetti.

            Kızıl Ordu saflarında cephede bulunan Kırım Tatar askerleri ise her şeyden habersiz savaşmaya devam ediyordu. Savaş biter bitmez Sovyetler Birliği kahramanı madalyasını alanlar dahil hepsi sürgün yerlerine gönderildi. Sürgün yerlerinde asgari yaşama ve barınma imkânları mevcut değildi. Ağır çalışma şartlarında ve her türlü temel ihtiyaçtan mahrum olarak bir çeşit toplama kampı rejimi içinde yaşamaları gerekiyordu. Sürgün yolculuğu esnasında ve bunu takip eden ilk birkaç yıl içinde sefalet şartları altında hayatını kaybeden Kırım Tatarları’nın sayısının 100.000 kişiden az olmadığı ve 18 Mayıs 1944’te sürülenlerin yarısına yakınının hayatını kaybettiği genel olarak kabul edilmektedir. Resmî Sovyet literatüründe sürgüne gerekçe olarak Kırım Tatarları’nın II. Dünya Savaşı esnasında kitle halinde Alman ordularıyla iş birliği yapmış oldukları ve bu yüzden cezalandırıldıkları ileri sürülür. Halbuki Kızıl Ordu mensubu veya partizan olarak Sovyet saflarında savaşan Kırım Tatarları’nın sayısı Almanlar’la birlikte hareket eden Kırım Tatarları’ndan çok daha fazlaydı. Aslında gerçek neden Kırım gibi doğal zenginliklere sahip bir bölgenin savaş karışıklığından faydalanılarak Slav ülkesi haline getirilmesiydi. Bu sebepten boşaltılan bölgenin tamamı yakılıp yıkıldı. Geriye hiçbir eser kalmayıncaya kadar tahrip edildi. Türkçe yerleşim adları Rusça adlarla değiştirildi. 1980’lerin sonlarına kadar ‘Kırım Tatar’ sözcüğünün kullanımı bile yasaklandı.

             Kırım Tatarları’ndan boşalan yerlere 1944 yazından itibaren Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinden getirilen Rus ve Ukraynalı nüfus iskân edildi. 1960’lar da yine bir milli uyanış Kırım Tatarları arasında peyda oldu. Milli hareket çerçevesinde pek çok dilekçe ve heyet Moskova’ya gönderildi. Rus hükümetinin bu harekete karşı sert uygulamalara gitmesi hareketin aksine daha da büyüyerek bu sefer sadece Moskova’ya değil çeşitli dış ülkelere de seslerini duyurma girişiminde bulunmalarına vesile oldu. Hareketin dış çevrelere yayılması sebebiyle Rus hükümeti 1967’de bir kararname yayınlamak zorunda kaldı. Sözde Kırım Tatarları Rus idaresindeki heryere gitme hakkına sahiptiler ve her Rus vatandaşıyla aynı statüye sahiptiler. Ancak durumun iç yüzü böyle değildi. Kararnameden sonra Kırım’a dönmek isteyen Tatar Türkleri bölgeye alınmadı. Zorla bölgeden dışarı atıldılar. Bu durum karşısında Milli hareket protestolarını arttırdı. Dış devletlere yapılan çağrılarda doğru orantılı olarak artınca Rus hükümeti geri dönüşü imkansız hale getirmek için bu tarihten itibaren bölgeye Rus slavların yerleştirilmesine hız verdi. Kırım Tatar millî hareketinin mücadelesi ve Sovyet rejiminin tepkisi değişmeksizin 1980’lerin ortalarına kadar bu şekilde devam etti. Bu tarihe kadar Kırım’a yerleşmesine izin verilen Kırım Tatarları’nın sayısı ancak 10.000 civarında kaldı. Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle ortaya çıkan değişim rüzgârlarının gerçek mânada ilk tecrübesini yapan yine Kırım Tatarları oldu. Moskova’daki Kızılmeydan’ı 23-27 Temmuz 1987 tarihlerinde dört gün-dört gece işgal eden 1000’i aşkın Kırım Tatarı bir anda bütün dünyanın ilgisini çekti. Ancak taleplerini incelemek üzere Rus meclisinde oluşturulan komisyonun kararlarının da önceki uygulamalardan farksız olması büyük hayal kırıklığına sebep oldu.

            Bu durum karşısında millî hareket, halkı ne olursa olsun Kırım’a dönüşe teşvik etti. Böylece 1988’den itibaren Kırım Tatarları büyük dalgalar halinde Kırım’a gitmeye başladılar. Dönenler yine mahallî idarenin engelleriyle karşılaşmalarına rağmen kesinlikle Kırım’dan çıkmadılar. 1989 Nisan ayına kadar Kırım’a dönen Kırım Tatarları’nın sayısı 40.000’e ulaştı. 1989-1991 arasında Kırım Tatarları’nın Kırım’a dönüş hareketi önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde arttı. Bu geri dönüş bölgedeki Rus çoğunluğu endişelendirdi ve durumlarını garanti altına alabilmek için Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yeniden kurulması fikri milliyetçi ve komünist Rus çevrelerince benimsendi. Bu durum tatarlar tarafından şiddetle reddedildiyse de 12 Şubat 1991 tarihli kararıyla Kırım oblastı Ukrayna’ya bağlı Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dönüştürüldü. Bütün güçlüklere rağmen Kırım’a dönen Kırım Tatarları bir taraftan evlerini inşa ederken bir taraftan da millî, dinî ve kültürel müesseselerini kurmaya başladılar. En önemlisi, yeni bir idarî yapı altına giren yarımadada Kırım Tatarları’nın hukukunu korumak için Kırım Tatar Millî Parlamentosu olan kurultay teşkil edildi. Ağustos 1991 darbesinden sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başlaması ve nihayet 1991 sonunda tamamen ortadan kalkması ile Kırım artık bağımsız bir devlet olan Ukrayna’ya bağlı bir muhtar cumhuriyet haline geldi. Bütün güçlüklere rağmen Kırım Tatar yerleşim yerlerinde camiler, okullar, millî kültür ve sanat teşekkülleri kurulmaya başlandı. Kırım Tatar Millî Kurultayı’nın 1993’te toplanan ikinci birleşiminde Kırım Tatar dili için Türkiye’de kullanılan Latin alfabesine geçilmesi kararı kabul edildi. Bu arada Kırım Müslümanları Dinî İdaresi de kuruldu. Rus milliyetçileri Kırım Tatarları’nı Kırım idaresinin dışında tutmaya çalıştılarsa da Kırım Tatarları’nın şiddetli tepkileri sonucunda geri adım atmak zorunda kaldılar.

               Kırım Cumhuriyeti Parlamentosu olan Yüksek Sovyet, 14 Ekim 1993’te seçim kanununda değişiklik yaparak doksan sekiz üyeli Yüksek Sovyet’te Kırım Tatarları’na on dört kişilik bir kontenjan ayırmayı kabul etti. Ancak bu durum uzun sürmeyerek 1998 seçimlerinde Kırım Tatarları’na evvelce tanınmış olan bu on dört sandalyelik kontenjan da kaldırıldı. 1990’lar boyunca alınan bazı mesafelere rağmen Kırım Tatarları’nın vatana dönüş ve orada millî varlıklarını tekrar kurma çabaları büyük zorluklar ve imkânsızlıklar içerisinde yürütülebilmektedir. 2002 yılı itibariyle Kırım Tatarları büyük ekonomik ve sosyal problemlerinin yanı sıra millî dilde eğitim, basın yayın ve kültür sahalarında çok ciddi noksanlıklarla karşı karşıya olup Kırım’a dönebilen Kırım Tatarları’nın sayısı 300.000 civarındadır. 16 Mart 2014 tarihinde yapılan referandumda Kırım halkına iki soru soruldu. Sorular, "Rusya'ya bağlanmaya razı mısınız?" ve "1992 yılı Kırım Anayasası'nın yeniden yürürlüğe girmesi ve Kırım'ın Ukrayna'nın bir parçası olmasına razı mısınız?" idi. Referandum yapılmasının hukuk dışılığından, tarihin öne alınmasına kadar çok tartışmalı olan ve dünyanın tamamına yakını tarafından hâlen tanınmayan bu referandumun sonucuna göre Kırım Özerk Cumhuriyeti ezici bir çoğunluğun oyuyla Rusya Federasyonu'na bağlanmayı kabul etti. Görüldüğü gibi Kırım, bugün bile kendi halkı tarafından yönetilememekte ve mevcut durumu dahi dünya nezdinde tanınmamaktadır



                                              YEMEN
                                                  
                              Etnik Gerilim ve Husi Çatışması

            Yemen’in tamamına yakını Müslüman nüfustan oluşmakla birlikte bu demografik dokunun yarıdan fazlası Sünni, %35’i de Şii-Zeydi mezhebine mensuptur. Kendi bölgelerindeki siyasi otoritelerini tarihî süreç içinde Sünni yoğun yönetimlere bırakmak durumunda kalmış olan Zeydilik düşüncesi, uzun yıllar merkezî bir devletin denetiminden de uzak kalmıştır. Kendi coğrafi yaşam alanlarında siyasi otoritenin kontrolünden uzak bir hayat süren bu gruplar, yoğun yerel aşiret gelenekleri içinde kendi inançlarını günümüze kadar taşımıştır. Bu nedenle ülkede yakın dönemin en önemli gerilim ve çatışma alanlarından birini, bu tarihsel grupların günümüzdeki devamı olan Şii hareketler tarafından çıkarılan iç kargaşa oluşturmaktadır. Aslında feodal Zeydi bir dinî oluşum ve cemaat yapısına sahip olan Husiler, İmamiye mezhebinin tesirinde kalan radikal ve silahlı bir guruba dönüşmüştür.

              Bu grup bir taraftan ideolojik olarak İran’ın maddi ve askerî desteğini sağlarken diğer taraftan da bölgesel menfaatleri gereği Suudi Arabistan tarafından dolaylı olarak desteklenmiştir. Ancak Yemen’i zayıflatma stratejisinin bir parçası olarak yürütülen bu politika, İran’ın Husiler üzerindeki nüfuzunun daha etkili hale gelmesi ile Riyad yönetiminin tutumunu değiştirmiştir.

          Kendi yaşadıkları kuzey bölgelerinde bin yıllık siyasi hâkimiyetlerini 1962 yılında bağımsız Yemen devletinin kurulmasıyla yitiren Zeydiler, o tarihten itibaren marjinalleştirilmiştir. Yemen’in içinde bulunduğu siyasi kargaşa ve iç savaşlar sürecinde, merkezî otoritenin kuzeydeki Sadah kentinde yürüttüğü politikalara tepki olarak Hüseyin Bedrettin Husi tarafından militan bir hareket yürütülmüştür. 1994 yılında Yemen iç savaşı sırasında Suudi Arabistan rejiminin çatışmalara müdahalesi önemli bir dönüm noktası sayılabilir. Riyad yönetimi, Yemen’deki kargaşanın sınırının hemen yanındaki bu Şii azınlık grubu güçlendirmesinden endişe ederken Zeydiler, Güney Yemen hükümetinin yanında sava- şa dâhil olan Vehhabi ideolojinin Yemen’de siyasi pozisyon almasına karşı çıkmıştır. İki taraf arasında artan bu güvensizlik, İran’ın bu gruplar aracılığıyla bölge politikalarına nüfuz girişimi ile birleşince Husilere yönelik baskılar daha da artmıştır.

           Suudilerin kışkırtmasıyla Yemen hükümeti, Husilerin lideri Hüseyin Bedrittin Husi’yi tutuklamak üzere harekete geçmiştir. 2004 yılında başlayan çatışmalarda bir ay içinde aralarında Husilerin lideri Bedrittin’in de bulunduğu 1.000’e yakın insan hayatını kaybetmiştir. 2005 yılında yeniden alevlenen çatışmalar bu kez 2.000’e yakın insanın ölümüne yol açmıştır. O tarihten itibaren Suudilerin Yemen hükümetine, İran rejiminin de Husilere verdiği destek sonucunda savaş 2014 yılına kadar inişli çıkışlı bir seyir izleyerek devam etmiştir. Savaşta kimi zaman Yemen hükümet güçleri doğrudan rol alırken kimi zaman da hükümete yakın aşiret ve radikal gruplar savaşa dâhil olmuştur. 2011 yılındaki Arap Baharı sürecinde Yemen’in içine girdiği yönetim
krizi ve çatışma süreci, Husilerin güç toplamalarına yardımcı olmuştur. Nihayetinde 2014 yılı Eylül ayında Husiler başkent Sana’daki hükümet binalarını ele geçirerek yönetime kısmen el koymuştur.

           Yüzlerce insanın hayatını kaybettiği şehirdeki çatışmalar, daha gerilimli bir dönemin habercisi olarak görülmektedir. Zira Husilerin Yemen siyasetinde haddinden fazla güçlendiğine inanan Suud gibi bölgesel aktörler, karşı hamleye hazırlanmaktan kaçınmamaktadır. İç Politik Gerilim ve Arap Baharı Kronik istikrarsız ortam, ülkedeki ekonomik sıkıntılar, yolsuzluk ve büyük boyutlara ulaşan işsizliğin temel sebeplerindendir. Tunus’ta başlayan ve Batılıların “Arap Baharı” diye isimlendirdiği halk hareketleri, 2011 başında Yemen’e de sıçramış ve halk sokaklara dökülmüştür. Devlet başkanı Abdullah Salih’in görevi bırakması talebiyle yapılan gösteriler altı ay boyunca devam etmiş, ancak gösterilerden bir netice alınamamıştır. Zaman içinde de mevcut iktidarın kalmasını isteyenlerle karşıt görüşlü farklı aşiret grupları arasında silahlı çatışmalar başlamıştır. Hükümetin göstericilere yönelik sert müdahalesi, özellikle 2011 yılı Mart ayı içinde 100’e yakın göstericinin hayatını kaybetmesi, muhalefetin taleplerini keskinleştirmiştir. Bir taraftan sokaktaki muhalefetin sesi yükselirken diğer taraftan da Salih iktidarı içindeki huzursuzluk, bazı generaller ve üst düzey yöneticilerin muhaliflerin tarafına geçmesi ile had safhaya çıkmıştır.

             Hükümeti görevden alan Salih, reform sözü verip iktidarda kalma süresini de bir yıl geri çekerek 2012 yılı sonu olarak ilan etmiş, ancak muhalifleri tam olarak sakinleştirmeyi başaramamıştır. Ülkedeki muhaliflerin önemli bir bölümü iktidardan çekilme sözü sebebiyle Ali Abdullah Salih’i doğrudan hedef almaktan vaz geçseler de aralarında söz birliği olmadığından, Salih’in havuç/sopa uygulamaları bir süre daha devam etmiştir. Özellikle mevcut sistemi çözecek olan aşiret sistematiği içinde bizzat büyük aşiretlerin kendi içlerinden dahi tek ses çıkaramamaları, ülkedeki gerilimin süresini uzatmıştır. Ali Abdullah’ın bağlı olduğu Sanhan aşiretinin bir bölümü değişimi desteklerken, bir bölümü karşı çıkmıştır. Yine Salih’in büyük rakiplerinden Ahmer ailesinin bağlı olduğu Bakil aşiretinin (Haşidler) de bir bölümü Salih’e destek vermiştir. Devlet Başkanı Salih’i iktidardan indirebilecek muhalif aşiretler koalisyonunu bir arada tutan bağ, İslami grupların ve bölünme yanlılarının farklı söylemlerinden kaynaklanan kuşkular sebebiyle giderek zayıflamış ve içeride ölenlerin sayısı artmıştır. Uluslararası güçlerin ülkeye müdahalesi de bu dönemde gelmiş ve gerek BM’nin gerekse Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın girişimi ile Yemen Devlet Başkanı Abdullah Salih yetkilerini Abdurrabuh Mansur Hadi’ye devrederek istifa etmiştir. Hadi’nin Şubat 2012 seçimlerinde devlet başkanı seçilmesinden sonra ülkeye kısmen istikrar gelmeye başlamış görünse de kurulan hassas barış dengesi Amerika’nın bölgedeki çıkarlarıyla uyumlu olduğu oranda işleyecek gibi görünmektedir. Ülkedeki siyasi otorite eksikliği farklı bölgelerde değişik grupların kendi nüfuz alanlarını oluşturmasına neden olmuştur.

             Güney coğrafyasında Hirak el-Cenub, kuzey ve merkez bölgelerde Husi, kırsal kesimlerde el-Kaide’ye sempatiyle bakan farklı aşiretlerin denetimindeki ülkede, başkent ile diğer bölgeler arasındaki ayrışma oldukça kesindir. El-Kaide ve Güvenlik Yemen, el-Kaide ve bağlantılı hareketlerin oluşturduğu bölgesel gerilimde en önemli ülkelerden biridir. İlk olarak 1998 yılında Avrupalı 16 turistin kaçırılması ve bunlardan dördünün öldürülmesi ile gündeme gelen Yemen el-Kaidesi, en önemli saldırısını Ekim 2000 tarihinde Amerikan askerlerine karşı yapmıştır. Aden Limanı’nda demirli bulunan Amerikan savaş gemisine bomba yüklü bir botla denizden düzenlenen intihar saldırısında 17 asker ölmüştür. El-Kaide lideri Usame bin Ladin’in köken olarak Yemenli olması da bu ülkede örgüte olan sempati ve katılımı etkilemiştir. Afgan Savaşı (1980-88) yıllarında yüzlerce Yemenli savaşmak için Afganistan’a gittiğinde örgütün Yemen tabanı da doğal olarak oluşmuştur. 11 Eylül 2001 tarihindeki New York saldırılarından sonra dünya çapında başlayan Amerikan operasyonlarında, Yemen en önemli hedef ülkelerden biri haline gelmiştir. Yemen yönetimi bu operasyonlarda Amerika ile kapsamlı bir iş birliği yapacağını ilan edince, ülke içinde de intihar saldırılarının sayısı hızla artış kaydetmiştir

               2000’li yıllar boyunca süren saldırı ve çatışmalarda yüzlerce insan hayatını kaybetmiştir. Ülkenin içinde bulunduğu sosyoekonomik sorunlara ilave olarak ciddi bir eğitim sorunuyla da karşı karşıya bulunması, genç nüfus arasında büyük bir hoşnutsuz kitle oluşmasında başlıca rolü oynamaktadır. Yemen toplumunun kapalı ve muhafazakâr yapısı, radikal grupların kolayca militan devşirmesine yardımcı olmaktadır. 2011 yılından itibaren Amerikan yönetiminin el-Kaide operasyonlarının Yemen ve Somali’ye yönelik olarak yoğunlaştırılacağı yönündeki hamlesi ile Yemen’de suikastlar başlamıştır. Aralarında üst düzey el-Kaide mensuplarının olduğu söylenen kişilere yönelik saldırılar ve tutuklamalar, küresel ve bölgesel anlamda Amerika’nın stratejilerine yardımcı olsa da Yemen’deki iç gerilimi daha da tırmandırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Ülke halen bu tür örgütlerden kaynaklanan bir şiddet sarmalı içinde bulunmaktadır. Özellikle Husi siyasi ve askerî nüfuzunun artması, Yemen’deki el-Kaide grupları arasında yeni bir savaş alanı açmış görünmektedir.



                                                        AFGANİSTAN 



                   18. yüzyılın ilk yarısından itibaren Afgan kavminin idari bakımdan ağırlık kazanmasıyla siyasi birlik haline geldi. Kuzeyinde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan Cumhuriyetleri, doğusunda Türkmenistan’ın küçük bir kısmı ve Pakistan, batısında İran bulunmakta, güneyini tamamen Pakistan sınırlandırmaktadır. İran yaylasının kuzeydoğuya doğru bir devamı durumunda olan Afganistan, ortada yüksek dağlık alan, bunun kuzeyindeki ovalık alan, dağlık kütlenin güneybatısında bulunan plato görünümündeki alan olmak üzere üç farklı bölgeden oluşur. 

            Afganistan’ın nüfusunu meydana getiren ahaliyi Afganlar, Türkler ve Tacikler oluşturur. En kalabalık ve hâkim grubu teşkil edenler Afganlar’dır. Güney kısımlarda Hintli ve Ârî topluluklara da rastlanmaktadır. Bir İslam ülkesi olan Afganistan’ın %99’u Müslüman olup ekseriyeti Hanefi mezhebine mensuptur. Ülkede az sayıda Hindu, Sih ve Yahudi de yaşamaktadır. Afganistan ekonomisinin en önemli kaynaklarını tarım, hayvancılık, ticaret, endüstri ve madencilik teşkil etmektedir. 

        Bütün geri kalmışlığına rağmen İslam ülkeleri içinde planlı kalkınma gösteren ilk ülkelerden biridir. 1956-1961 arasında ilk beş yıllık kalkınma planının uygulanmasına başlanmış ve bunu takip eden yıllarda yeni beş yıllık planlara devam edilmiştir. Afganistan’ın yer altı zenginlikleri yönünden büyük bir potansiyele sahip olduğu bilinmektedir. Ancak özellikle nakil güçlüklerinden dolayı madenler yeterince işletilememektedir. Asya kıtasının istila yollarından birinin üzerinde bulunan Afganistan, eski çağlardan beri çeşitli orduların gelip geçtiği bir yer olmuştur. Bu stratejik konumdan ilk faydalananlar da eski İranlılar’dır. Ülke iki yüzyıla yakın İran hâkimiyetinde kalmıştır.

                 Daha sonra İranlılar’ı yenen Büyük İskender, Afganistan’ı işgal etmiştir. Sırasıyla Selevkid Krallığı, Baktriana Devleti, Sakalar, Kuşanlar ve Ak hunlar tarafından ele geçirilmiştir. İslamiyet’in Afganistan’a ulaşması Halife Hz. Osman veya Muaviye devrinde, Basra valisinin Abdurrahman B. Semüre’yi bölgeye göndermesiyle başladı. Bundan sonra Afganistan’da herhangi büyük bir kuvvetin hâkimiyet kuramadığı, halkın ‘şah’ unvanı verilen kabile reisleri tarafından idare edildiği görülmektedir. Bu durum İran’da kurulan Sâmâni Devleti’nin 9. Yüzyılın ikinci yarısında Afganistan’ın büyük bir kısmını işgal etmesine kadar sürdü. 10. Yüzyılda bu devletin zayıflamasıyla ordu içinde çoğunluğu oluşturan Türkler, Gazne şehri merkez olmak üzere Gazneli Devleti’ni kurdular ve bilhassa Gazneli Mahmed zamanında Müslüman Türk unsur Afganistan’a iyice yerleşti. Daha sonra Selçuklu hâkimiyeti 12. Yüzyıla kadar devam etmiş, sırasıyla Harizmşahlar ve Babürler’in eline geçmiştir. Ancak ülkede kabileler arasında baş gösteren huzursuzlukar tam anlamıyla bir istikrardan bahsetmeye engel teşkil eder. Nitekim 1709’da Vaiz Han’ın Kandehar’daki İran valisi Gurgan Han’a karşı giriştiği ayaklanma, Afganistan’da milli bir devletin uyanışının başlangıcı olmuştur. Ancak bu hareketin başarısı uzun sürmemiş, 1738 yılında Nadir Şah Kandehar ve Herat’ı tekrar ele geçirerek bütün Afganistan’ı yönetimi altına almıştır.

          Afgan kabilelerine dayanarak ilk milli Afgan Devleti’ni kuran Ahmed Şah Dürrani olmuştur. 1747’de Nadir Şah’ın öldürülmesinden sonra İran’ın içine düştüğü karışıklıktan faydalanarak Kandehar’ı ele geçirdi ve orada Abdali reisleri tarafından hükümdar ilan edildi. Kabil ve çevresini de devletine kattıktan sonra sırasıyla Galyazlar’ı, Özbekler’i, Tacikler’i ve diğer kabileleri idaresi altına alarak Afganistan’ın yegane hakimi oldu. Ancak kendisinden sonra iç karışıklıklar hiç son bulmamış ve 1839’da İran saldırısından çekinen İngilizler, Sihler’le ittifak yaparak Afganistan’ı işgal etmiştir. Her ne kadar üç yıl içerisinde Afganistan’dan çıkarılsalar da bu işgal ile dağılan birliğin yeniden sağlanması yıllar almıştır. 1878 sonlarında, Rusların Afganistan’a yaklaşma politikaları izlemeleri üzerine İngilizler ülkeyi ikinci defa işgal etmiştir. İşgalin 1880’de sona ermesiyle Abdurrahman Han Afgan tahtına geçti.

         Onun zamanında İngilizlerin bugünkü Güney Afganistan sınırını tespit etmeleri ve Hayber Geçidi’nin Hindistan sınırları (şimdiki Pakistan) içinde bırakılması, pek çok Afganlının anavatan dışında kalmasına yol açtı. İngiliz tekliflerini reddetmesi halinde ülkenin yeniden işgal edilmesinden korkan Abdurrahman Han, 12 Kasım 1893’te, “Durand Hattı” olarak bilinen antlaşmayı imzalamak mecburiyetinde kaldı ve bu parçalanma daha sonraları Afganistan’ın felâketine yol açan gelişmelerin başlangıcı oldu. 1919 yılında tahta geçen Emanullah Han zamanında dışa dönük bir siyaset uygulanmaya çalışılmış, hem İngilizler ile hem de Ruslarla anlaşmalar imzalanmış ve Türkiye Büyük Millet Meclis’i ile de irtibata geçilerek Türkiye’den uzman öğretmen ve subah gönderilmesi için anlaşılmıştır. Ancak bu sosyal reform girişimleri halk arasında tepki ile karşılandığından Emanullah tahtından indirilerek yerine İslami geleneğe daha bağlı olan Nadir Han geçmiştir. Nadir Han zamanında 31 Ekim 1931 tarihinde yürürlüğe giren anayasa, küçük ilavelerle 1964 yılına kadar geçerliliğini korudu. Eğitim ve öğretime önem veren Nadir Şah Afgan ordusunu da yenilenen ve modern bir şekilde teşkilatlandırdı. Subay yetiştirmek için askeri okullar ve akademiler açtı.

            1937’de Türkiye, İran ve Irak ile birlikte Sâdâbâd Paktı’na giren Afganistan, II. Dünya Savaşı’nda da bu tutumunu devam ettirdi. İngilizler’in Hindistan’dan çekilmesi üzerine, 1947’de Pakistan ve Hindistan adı altında iki ayrı devlet kuruldu; ancak daha önce Durand Hattı ile Hindistan’a bırakılmış olan Afganlar’la meskûn yerleri Afganistan’ın istemesi Pakistan ile ihtilâfa yol açtı. İngiltere’nin yeni silâhlar vererek Pakistan ordusunu modernize etme çabaları Afganistan’ı Sovyetler Birliği’ne yaklaşmaya sevk etti. İki ülke arasında başlayan siyasî dostluk 1954-1961 arasında karşılıklı ziyaretlerle ve imzalanan ekonomik, kültürel anlaşmalarla takviye edildi. Zâhir Şah tahta çıktığında ülkede gittikçe artmakta olan Sovyet nüfuzunu önlemek için Dâvud Han’ı başbakanlıktan azledince, bu durum birtakım yeni gelişmelere yol açtı. Sovyetler, Dâvud Han’ı destekleyerek 1973’te Zâhir Şah’ı kansız bir darbe ile devirmeyi başardılar ve arkasından, kendi ülkelerindeki okullarda yetişmiş olan sivil ve askerî personeli devletin önemli idarî kadrolarına yerleştirmeye ve Afganistan’ı hızla kontrolleri altına almaya başladılar. Bu durum karşısında Dâvud Han, ülkesinin Sovyet hâkimiyetine girmekte olduğunu anladı ve tedbir olarak, Muhammed Nur Terekî ile Babrak Karmal başta olmak üzere, önemli Marksist liderleri tutuklattı. Fakat geç alınan bu tedbir fayda yerine zarar getirdi ve Afgan ordusundaki Marksist subaylar, diğer subayları etkisiz bıraktıktan sonra kumandaları altındaki birliklerle başkanlık sarayını ele geçirerek bütün aile fertleriyle birlikte Dâvud Han’ı öldürdüler ve Muhammed Nur Terekî’yi devlet başkanı yaptılar. Aynı zamanda başbakanlık vazifesini de üzerine alan Terekî’nin ilk işi, Nisan 1978’de üyelerinin çoğunluğunu Sovyet taraftarlarının teşkil ettiği yeni Afgan hükümetini ilân etmek oldu. Terekî’nin Afganistan’da kurmak istediği Sovyet taraftarı iktidar ülkede büyük tepkilere yol açtı ve halkın silâhlanıp direnişe geçmesine sebep oldu. Terekî’nin sert tutumuna, Hafîzullah Emin ve taraftarları başta olmak üzere bazı çalışma arkadaşları karşı çıktılar ve Eylül 1979 başlarında Terekî’yi devirmeyi başardılar; böylece Hafîzullah Emin Sovyetler’in arzusu hilâfına, Afganistan’daki Marksist rejimin başına geçmiş oldu. Bunun üzerine Sovyetler, doğrudan askerî müdahalede bulunarak Hafîzullah Emin’i öldürdüler ve yerine Babrak Karmal’ı geçirdiler. Bu müdahaleye karşı halkın mukavemete başlaması üzerine Karmal ve iktidarını korumak amacıyla ordu göndererek ülkeyi milletlerarası hukuka aykırı şekilde işgal ettiler. Ancak bu işgal üzerine halkın direnişi, Sovyetler’le birleşen hükümet kuvvetlerine karşı bir iç savaşa dönüştü.

             Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesi milletlerarası camiada büyük yankı uyandırdı. Sovyet yöneticilerin Afganistan hükümetinin daveti üzerine yardım için bu ülkeye girdiklerini açıklamalarını kimse ciddiye almadı ve işgalden dolayı Sovyetler Birliği çok sert eleştirilere muhatap oldu. İşgalle birlikte Babrak Karmal tarafından kurulan komünist yönetim içte ve dışta büyük problemlerle karşı karşıya geldi. 

          Gelir düşüklüğü, fakirlik, adaletsiz gelir dağılımı gibi sosyo-ekonomik problemlerin yanı sıra en önemli problem, yönetime karşı ayaklanarak silâha sarılan müslümanları etkisiz hale getirmekti. Karmal yönetimi mücahidlerle mücadelede başarılı olamadı. İşgalden hemen sonra Karmal ülkede güçlendiyse de Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin Halk ve Perçem kanatları arasındaki iktidar mücadelesine ve mücahidlerle olan çatışmalara son veremedi. Hükümet ülkenin şehir merkezlerine hâkim olurken kırsal alanlar mücahidlerin hâkimiyetinde kaldı. Ordunun ve güvenlik güçlerinin büyük kısmı mücahidlerin saflarına geçince ülkede kamu düzenini sağlama işi Sovyet askerlerine kaldı. Afganistan’da komünist yönetime karşı savaşma imkânı bulamayan mücahidler ülkeyi terkedip mücadeleyi yurt dışından yönlendirdiler. 

            Çoğu Pakistan ve İran’a göç eden milyonlarca Afganlı çok zor şartlarda hayatlarını sürdürmeye çalışırlarken Afgan yönetimine ve işgal güçlerine karşı yürütülen silâhlı mücadeleye de katıldılar. İslâm dünyasından ve bazı Batı ülkelerinden yardım gören mücahidler yönetime âdeta nefes aldırmadılar; yolları, askerî birlikleri, stratejik noktaları havaya uçurdular. Mücahidlerle mücadelede başarısız kalan yönetim, milletlerarası camiada da sık sık eleştirildi. İslâm Konferansı Teşkilâtı İslâmâbâd’daki olağan üstü toplantısında (1980) Sovyetler’in Afganistan’dan çekilmesini istedi ve Sovyetler Birliği’ni açıkça işgalci olarak ilân etti. Bu toplantıda Karmal yönetiminin tanınmaması ve Afganistan’ın İslâm Konferansı Teşkilâtı üyeliğinin askıya alınması da kararlaştırıldı. 1984 yılında ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Afganistan’dan yabancı askerlerin çekilmesi kararı aldı (2 Ocak), fakat Sovyetler Birliği bu kararın uygulamasına yanaşmadı. Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Mihail Gorbaçov, iktidara geldikten sonra Afganistan’ın kanayan bir yara olduğunu söyleyerek buradaki yenilgilerini kabul etmek zorunda kaldı. 

        Hizb-i İslâmî adı altında birleşen mücahidlere karşı Sovyet ve Afgan hükümet kuvvetlerinin başarı kazanamamaları üzerine, 1986’da Sovyetler hükümete yine müdahale ederek Babrak Karmal’ı görevden uzaklaştırdılar ve yerine Muhammed Necîbullah’ı geçirdiler. Temmuz 1987’de devletin adı Afganistan Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Muhammed Necîbullah 1988 başlarında yönetimde bazı değişiklikler yaparak başbakanlığa ılımlı olarak bilinen Hasan Şark’ı getirdi. Öte yandan, Sovyet birliklerinin geri çekilmesine ve işgalden sonra ülkelerini terkedip Pakistan ve İran’a göç etmek zorunda kalan milyonlarca göçmenin ortaya çıkardığı Afganistan meselesine barışçı bir çözüm getirmek için, Birleşmiş Milletler genel sekreterinin özel temsilcisi Diego Cordovez tarafından Afganistan ve Pakistan arasında sürdürülen dolaylı görüşmeler olumlu şekilde sonuçlandı ve 14 Nisan 1988’de Cenevre Antlaşması imzalandı. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin garantör olarak imza koydukları bu antlaşmaya göre, Sovyet birliklerinin Afganistan’dan çekilmeleri 1989 yılının ilk aylarında tamamlandı ve ülke, yurt dışında bulunan Afganlı göçmen ve mücahidlerin dönmelerinden sonra yeni bir siyasî yapıya kavuşmuş olacaktı. 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleşen saldırıların, Afganistan’da faaliyet gösteren el-kaide örgütü tarafından gerçekleştirildiğini söyleyen Amerika Birleşik Devletleri, ekim ayında Afganistan’a girdi. Hedef Usame Bin Ladin’in yakalanmasıydı. 2002'de Amerikan ve İngiliz askerleri Kuzey İttifakı ile savaşa katıldı.

         Afganistan'daki savaş, Taliban'ı başarıyla yönetimden almıştır fakat El-Kaide'nin bir daha asla Afganistan yönetimini ele geçiremeyeceğini garantiye almak adına siyasi bir başarı kazandığını tam anlamıyla söylemek doğru olmaz. Amerikan personelinin Afganistan'da, Irak'ta ve Guantanamo Kampı'nda görevi kötüye kullanma ve tutukluların öldürüldüğüne dair suçlardan 330 adet görüşülen dava bulunmaktadır. Bagram işkence ve tutukluya hakaret davasında, iki tutuklu parmaklıklara zincirlenmiş ve ölenedek dövülmüşlerdir. Afganistan son yirmi yıldır yaygın bir biçimde insan hakları ihlalleriyle yüzyüze kalmaktadır. Afganistan'da Sovyet İşgali, toplu ölümlere, işgencelere ve gelişigüzel bırakılan mayınlara neden olmuştur. Sonraki sivil savaş, güç için çatışan ayrılıkçı orduların yaygın suistimaline sahne olmuştur.





                                                               SURİYE




                Mezopotamya’nın bereketli ovaları üzerinde kurulan Suriye tarih boyunca medeniyetin ve ticaretin bir merkezi olmuştur. Şimdiki Suriye devletinin kuruluşuna kadar bu coğrafyada güçlü bir merkezi devlet kurulamamıştır. Aramiler döneminde Şam’dan idare edilen beylikler birliği en güçlü siyasal yapılanmaydı. Mezopotamya. Mısır ve Anadolu’da imparatorluklar kurulurken Suriiye bölgesi her zaman bunların gölgesinde kalmıştır.Suriye önemini daha çok Avrupa, Mısır ve Hindistan üçgenindeki konumuna borçludur. Müslümanların Suriye'ye hakim olmasına kadar bölge Amoritler, Fenikeliler, İbraniler, Hititler, Persler, Makedonyalı İskender, Roma ve Bizans imparatorlukları idaresinde kaldı. 
         
           Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in tebliğ ettiği İslam dini bütün Ortadoğu'ya yayıldığında, Suriye de İslamlaştı. Hazret-i Ebu Bekir'in halifeliği devrinde, Suriye'ye gönderilen İslam orduları, Hazret-i Ömer zamanında 635'te bölgeyi fethetti. Hazret-i Ömer bölgeye gelip, Suriye'yi teşkilatlandırdı. Hazret-i Ömer, önce Muaviye'nin kardeşi Yezid'i Şam valisi tayin etti. Yezid'in vefatıyla Muaviye Şam valisi oldu. Muaviye, Suriye'yi teşkilatlandırıp, medenileştirdi. 662'de Emevi Hanedanı Suriye'de kurulup, Şam şehri merkezleriydi. Emevi Halifeliğinden sonra,Abbasilerin hakimiyetine geçti. Abbasi Halifeliği (662-749) devrinde Suriye, çok gelişip, pek çok ilim, kültür, medeniyet ve sosyal tesisler yapıldı. 10. Yüzyılın sonunda, Mısır'a hakim Şii Fatımiler, Suriye'yi işgal ettiler. On birinci yüzyılda Selçuklular, bölgeyi hakimiyetlerine aldılarsa da, 1096'da Haçlı Seferleri başladı. Haçlı Seferleri (1096-1270) esnasında Haçlı-Şii Fatimi ittifakından Suriye çok zarar gördü. Haçlıları, Eyyubi Hanedanının kurucusu Selahaddin-i Eyyubi (1169-1193) Suriye'den uzaklaştırdı. Suriye, Selçuklu Atabekliği, Eyyubiler ve Memluklerden 1517 yılında Osmanlı hakimiyetine geçti. 14. Yüzyılın başına kadar Suriye Haçlılar, Selahattin Eyyubi ve takipçileri arasında adeta bir arenaya dönmüştü. 

           Haçlıların ülkeden çıkarılmasından sonra ise tekrar Moğollarıın akınlarına maruz kaldı. 16. Yüzyılın başından 20. asrın başına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan Suriye, bu zamanda gelişip, en huzurlu ve müreffeh devrini yaşadı. Osmanlı idari teşkilatında vilayet halindeydi. 1833 yılında Osmanlıya tabi Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa sülalesine verildi. Birinci Cihan savaşı (1914-1918) sonrasına kadar Osmanlı idaresinde kalan Suriye'ye Osmanlılar, pek çok ilmi, sosyal, kültürel, tarım, sanayi ve ulaşım tesisleri kazandırdılar. Bu devirde pek çok ilim adamı yetişip, medeniyete hizmet ettiler. 

       
         Osmanlı Devleti’nin son yıllarına kadar bile Suriye’de ortak bir ulusal ruh oluşmamıştı. Buna rağmen Osmanlı egemenliğinden kurtulmak için Arap milliyetçiliği 19. Yüzyılın ikinci yarısında gelişti.Beyrut’taki Hristiyan entelektüeller Suriye toplumunun birliğini sağlamak için Arap dil ve kültürüne dayalı yurtseverliği geliştirmek amacıyla bazı ideolojik kulüpler oluşturdular. 20. Yüzyılın başında Osmanlılarda gelişen aşırı milliyetçilik duyguları Müslüman Suriyeliler tarafından da Arap milliyetçiliğini doğurdu. Bu yüzden Şam’da birçok milliyetçi kulüp kuruldu ve Bilad al-Şam’ın bağımsızlık düşüncesi geliştirildi. Birinci Dünya Savaşında müttefik ordularının yenilmesi neticesinde, Osmanlı Devletiyle imzalanan Mondros Antlaşmasıyla bölge Fransızların işgaline uğradı. 1920'de Fransa'nın mandasına girdi. Suriye, Fransa'nın idaresine girmesiyle Osmanlı devrindeki huzur ve müreffeh hayatın yerini, anarşi ve sefalet aldı. Suriye'de Müslümanlar çoğunlukta olmasına rağmen, idarede Fransızlar, Ermeniler ve Nusayriler hakimdi. Şam, Halep, Nusayri merkezi Lazkiye ve Harran bölgesindeki Dürzilerle Fransa'nın mücadelesi, Suriye'de hala devam eden anarşinin kaynağıdır.

           Fransa, Suriye mandasına ait Hatay ve İskenderun'u antlaşmayla 1939'da Türkiye'ye vermek zorunda kaldı. İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) yıllarında, 1941'de, Fransa, nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye'ye kısmi istiklal verdi.Büyük Britanya İmparatorluğu Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün’den oluşan Büyük SuriyeKrallığını kurmayı ve başına da Haşimi ailesinden Abdullah’ı getirmeyi planlıyordu. Yapılan görüşmeler sonuç vermeyince Suriye’de bir ayaklanma başladı. Gelen Fransız kuvvetleriyli bu isyan bastırıldıysa da İngilizler ve Fransızlar 1946’da Suriye’yi terk etmek zorunda kaldılar. Bu anlamda Suriye Nisan 1946’da bağımsızlığa kavuştu. 1947 seçimlerinde Şükrü el-Kuwatli, Suriye'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 1948'de Arab-İsrail savaşına katılan Suriye'de, 1949 ihtilaliyle Şükrü el-Kuwatli iktidardan uzaklaştırıldı. Albay Adip Şişakli 1949-1958 yılları arasında yönetimde kaldı. 1958'de Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti adıyla birleşti. Birleşme uzun sürmeyip, 1961'de ayrıldı. Baas Partisi, dışta Pan-Arap, içte sosyalizm propagandasıyla Suriye'de güçlenip, 1963'te ülkenin tek kanuni partisi hüviyetini kazandı. Baas Partisi, Suriye'de dikta rejimi kurup, ülkeye eski Lazkiye bölgesindeki Nasturi aşireti idareye hakim oldu. 1967 Arap-İsrail savaşında Golan Tepelerini İsrail işgal etti. Bu dönemde Savunma Bakanı olan Hafız Esat 16 Kasım 1970’te askeri ve kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdi .

             Hafız Esat iktidara geldikten sonra Baas Partisi’nin ve devletin bütün iplerini ele geçirdi. 1973'te Mısır ile anlaşıp, İsrail'e kuzeyden saldırmışsa da başarılı olamadı. Arap ülkelerinden ve Sovyet Rusya'dan yardım aldı. 1976'da Lübnan'ın içişlerine müdahale edip, asker gönderdi. Suriye askerleri Lübnan'da püskürtülerek, geri çekilmek zorunda kaldı. 1982'de İsrail'in hava taarruzlarına uğradı. Baas Partisi'nin Rusya ile yakın münasebeti, ülke içinde ve dışında çatışmaya sebep olmaktadır. Bitmek bilmeyen harp ve anarşi, Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra manda devleti ve Sosyalist Baas Partisi diktatörlüğünde halen devam etmektedir. 1988’de Irak-İran savaşının sona ermesinden sonra bölge devletleriyle ilişkilerini yeniden düzeltme yoluna girmiştir. Hafız Esad’ın 2000 yılındaki ölümünden sonra parlamento toplanarak cumhurbaşkanlığı için gerekli 40 yaş sınırını, 34 yaş sınırıyla değiştirmesi üzerine Beşşar Esed, Suriye Cumhurbaşkanı olmuştur. Suriye-İsrail ilişkileri konusunda başkanlığı ele almasından itibaren babasının yolunu sürdüren Beşşar Esed, çeşitli uluslararası konferanslarda İsrail ve ABD aleyhtarı konuşmalarıyla dikkatleri çekmiş; diğer Arap ülkelerinden farklı bir görüntü sergilemiştir. Uluslararası kamuoyu tarafından ilk anda bir reformist olduğu düşünülen Esad, Şam baharı 'nı siyasi tutuklamalar ile sona erdirerek bu uluslararası algıyı zayıflatmış ve 2011 yılı başlarında ülkesinde Baas Partisi iktidarının sona ermesini talep eden Arap Baharı gösterilerini kitlesel baskı ve askeri kuşatmalarla bastırarak bu algıyı tamamen tersine çevirmiştir. Gösteriler 15 Mart 2011'de başlamış ve Nisan 2011 tarihinde ülke çapına yayılmıştır. Nisan 2011 tarihinde Suriye Ordusu başkaldırıyı bastırmak için görevlendirilmiş ve askerler ülke genelinde göstericiler üzerine ateş açmıştır. Aylarca süren askeri kuşatmaların ve baskının ardından gösteriler silahlı isyana dönüşmüştür. 
        
           Çoğunlukla firari askerler ve sivil gönüllülerden oluşan muhalif güçler, merkezi bir liderlik olmaksızın direnişe geçmişlerdir. Raporlara göre on binlerce gösterici devlet hapishanelerinde hapsedilmiş, bu göstericiler sistematik işkenceye ve teröre maruz bırakılmıştır. Birleşmiş Milletler'in ve Uluslararası Af Örgütü'nün hem 2012 yılında, hem de 2013 yılında Suriye'deki soruşturmaları ve saha araştırmaları sonucunda, insan hakları ihlallerinin, işkencelerin ve savaş suçlarının büyük kısmının Baas Partisi hükûmeti tarafından yapıldığı sonucuna ulaşılmıştır. Savaşta kimyasal silahlar birden fazla kez kullanılmış ve bu, uluslararası tepki çekmiştir. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana görülen en derin mülteci krizine yol açan Suriye'deki çatışma ortamı, milyonlarca insanı insani yardıma muhtaç hale getirmiştir. 7,6 milyon ülkesi içinde yerinden edilmiş kişiye ek olarak 4,8 milyon kişi Suriye'ye komşu ülkeler olan Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak'a sığınmıştır. İzlediği açık kapı politikası nedeniyle bu ülkeler arasında en fazla sayıda Suriyeli mülteci alan ülke Türkiye olmuştur. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü'nden alınan bilgilere göre Mart 2016 itibarıyla Türkiye'de yaklaşık 2,8 milyon Suriyeli mülteci bulunmaktadır.
        
        2016 yılı itibarıyla Türkiye, bölgede ve tüm dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülke konumundadır. Kamplarda yaşayan Suriyeli mültecilerin temel ihtiyaçları yeterli düzeyde karşılanmakta, kamp yönetimi tarafından barınma, gıda, su, gıda dışı kalemler, tıbbi hizmetler, su tedariği ve sanitasyon, eğitim ve psiko-sosyal destek hizmetleri sunulmaktadır. Ancak mültecilerin kampların dışında ikamet eden çoğunluğu, yani kamusal hizmet ve desteklere sınırlı erişimi olan ve dil sorununun yanında Türkiye içinde bir yerden bir yere ulaşmaya çabalarken çeşitli güçlüklerle karşılaşan %90'ı için daha fazlasına ihtiyaç duyulmaktadır. Kentsel bölgelerde Suriyelilere yönelik olarak çok sayıda yardım kuruluşu tarafından yardım ve koruma sağlanmakla birlikte, Uluslararası Af Örgütü’nün yayınladığı raporda, devletin yönettiği mülteci kamplarının dışında yaşayan mültecilerin eğitim, barınma ve sağlık hizmetleri gibi asgari sosyal ve ekonomik haklarına erişimde sıkıntılar yaşadıkları ifade edilmektedir.